13 Ekim 2019 Pazar

HAYVANLARDAN TANRILARA : SAPIENS İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi


  • Homo sapiens neden ekolojik bir seri katile dönüştü?
  • Para neden herkesin güvendiği tek şey?
  • Kadınlar üstün sosyal becerilere sahipken, neden çoğu toplum erkek egemen?
  • Güç elde etmekte böylesine yetenekli olan insanlar neden bu gücü mutluluğa dönüştürmekte başarısızlar?
  • Geleceğin dini bilim mi?
  • İnsanların miadı çoktan doldu mu?
100 bin yıl önce Yeryüzü’nde en az altı farklı insan türü vardı. Günümüzdeyse sadece Homo Sapiens var. Diğerlerinin başına ne geldi ve bize ne olacak?
Çoğu çalışma insanlığın serüvenini ya tarihi ya da biyolojik bir yaklaşımla ele alır, ancak Harari 70 bin yıl önce gerçekleşen Bilişsel Devrim’le başlattığı bu kitabında gelenekleri yerle bir ediyor. İnsanların küresel ekosistemde oynadıkları rolden imparatorlukların yükselişine ve modern dünyaya kadar pek çok konuyu irdeleyen Sapiens, tarihle bilimi bir araya getirerek kabul görmüş anlatıları yeniden ele alıyor. Harari ayrıca geleceğe bakmaya da zorluyor okuru. Yakın zamanda insanlar, dört milyar yıldır yaşama hükmeden doğal seçilim yasalarını esnetmeye başladılar. Artık sadece dünyayı değil, kendimizi ve diğer canlıları tasarlama becerisi de kazandık. Peki bu bizi nereye götürüyor, bizi neye dönüştürebilir?
30’dan fazla dile çevrilmiş bu kışkırtıcı çalışma özellikle Jared Diamond, James Gleick, Matt Ridley ve Robert Wright’ın eserlerine aşina okurlar için muhteşem bir kaynak.
“Sapiens, tarihin ve modern dünyanın en büyük sorularını gayet yalın bir dille ele alıyor. Çok seveceksiniz!”
- Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik’in yazarı
“Harari’nin eseri kabul görmüş doktrinlerin karşısında duran fikirler ve şaşırtıcı gerçeklerle bezeli.”
- John Gray, Financial Times
(Tanıtım yazısı)

MÜPTEZELLER




“Üzülme baba,” dedim, “alt tarafı bir ev, alt tarafı beton parçası ya. Çalışır ederiz, yine alırız. Ben de çalışırım bundan sonra, söz, alırız bir ev daha.” “Ona üzülmüyorum ki ben,” dedi babam. “Her ay evin taksitini ödedik de ne oldu. Bak, uçup gitti elimizden balon gibi. Keşke seni ağlatmasaydık çocukken. Keşke sana o akülü arabayı alsaydık.”
Güzel olmak isteyen alkolikler, berduşlar, kardeşler... Zembereği boşalmış hayat memat ezberleri, tek gözlü geceler. Yeraltının karın gurultusuna, belalı bir gündüze sarılan cuaralar.

Müptezeller, uğultuların, yoksunluğun ve kaybeden delikanlıların romanı. Lime lime, ufalanarak.
Emrah Serbes, kenarların soluğunu, dünyaya katlanamayan, kendine gömülen çocukları haykırarak anlatıyor.
Yaz biter, güz biter, hep kış gelir.
Alıntılar:
''Köpekti insandı ne fark eder, aynı gemideyiz işte, çalkalanıp duruyoruz, küresel ısınmaydı, orman yangınlarıydı, nükleer felaketlerdi, toptan batacağız yakında, shakespeare bile unutulacak.''
''Sen yanımdayken bütün bir şehre yetecek kadar mutluluk vardı.''
''Bazı anılar vardır, geçen zamanın bir daha geri gelmeyeceğini kuvvetle hatırlatır insana.''

HARRY POTTER VE LANETLİ ÇOCUK

Sekizinci Hikaye
On Dokuz Yıl Sonra

Harry Potter olmak her zaman zordu. Sihir Bakanlığı’nın yorgun bir çalışanı, bir koca ve okul çağındaki üç çocuğun babası olan Harry için şimdi de kolay değil.
Harry ait olduğu yerde durmayı reddeden bir geçmişle boğuşurken, en küçük oğlu Albus da istemediği bir aile mirasının yükünü omuzlarında taşımakta zorlanır.
Geçmişle gelecek uğursuzca iç içe geçerken hem baba hem oğul tedirgin edici bir gerçeği, bazen karanlığın beklenmedik yerlerden geldiğini öğrenir.

J.K. Rowling, John Tiffany ve Jack Thorne’a ait özgün hikâyeden yola çıkılarak yazılan Harry Potter ve Lanetli Çocuk, 2016’da Londra West End’de gerçekleşen dünya prömiyeriyle beraber “sahne metni özel baskısı” olarak yayımlandı. Oyunun metni yayımlanmasının ardından dünya çapında çok satan bir kitap oldu ve pek çok tiyatrosever ve eleştirmenden coşkulu yorumlar aldı. Bu eksiksiz nihai metin, bazı eklerle beraber, sahnelenen oyunun son diyaloglarını içermektedir.
(Tanıtım yazısı)
Alıntılar:
''Bu durum, ancak sen tuhaf olmasına izin verirsen tuhaf olur.''
''Bu iş böyle, değil mi? Dostluk işi yani. Neye ihtiyacı olduğunu bilmiyorsun. Sadece ihtiyacı olduğunu biliyorsun.''
''Ona dürüst ol dedin ama benim asıl kendime karşı dürüst olmaya ihtiyacım var, kalbimin bana dediğine güvenmeye...''

TUTUNAMAYANLAR

Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Tutunamayanlar'ı Berna Moran, "hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı" olarak niteler. Moran'a göre "Oğuz Atay'ın mizah gücü, duyarlılığı ve kullandığı teknik incelikler, Tutunamayanlar'ı büyük bir yeteneğin ürünü yapmış, yapıttaki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aymı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır." Küçük burjuva dünyasını zekice alaya alan Atay "saldırısını, tutunanların anlamayacağı, red edeceği türden bir romanla yapar."
Oğuz Atay, 1934'te İnebolu'da doğdu. Ankara Maarif Koleji'ni, İTÜ İnşaat Fakültesi'ni bitirdi. 1960'ta İDMMA İnşaat Bölümü'nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Tutunamayanlar'ın yayımlanmasının (1971-1972) ardından, önemli bir tartışmanın odağında yeraldı. TRT 1970 Roman Ödülü'nü kazanan Tutunamayanlar'ı kısa bir süre sonra, 1973 yılında Tehlikeli Oyunlar adlı ikinci romanı izledi. Hikayelerini Korkuyu Beklerken başlığı altında topladı. 1911- 1967 arasında yaşamış hocası Prof. Mustafa İnan'ın hayatını romanlaştırarak Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan'ı yazdı. Oyunlarla Yaşayanlar adlı tiyatro eseri Devlet Tiyatroları'nda sahnelendi. Atay 13 Aralık 1977'de, büyük projesi "Türkiye'nin Ruhu"nu yazamadan hayata gözlerini yumdu.
(Tanıtım Yazısı)
Alıntılar:
"İlk yalanı söyledikten sonra bir daha konuşmamalı insan."
''Çok konuşuyorum kendimle bugünlerde. Ne yapayım? Başkalarının sohbetinden hoşlanmaz oldum...''
'' - Hayatta 3 yanlışım oldu olric.
   - Ne gibi efendimiz?
   - Tanıdım, inandım, güvendim.
   - Ama 1 doğrum oldu.
   - O nedir efendimiz?
   - Sevmek olric.
   - Fakat sende bilirsin ki 3 yanlış bir doğruyu götürür.
   - Gidelim efendimiz...''

12 Ekim 2019 Cumartesi

ANNA / Tarık Tufan (Okuyan : Bülent Tüfekçi)



Biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan rabbin adıyla başlayan adamlarız anna.
büyücülerin, haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin, bankacıların elinden kurtulmamız da bundan. sanayi devriminde bile, karanlık, rutubetli, çok bağrışlı, çok nefessiz, çok sabahsız, çok aşksız, çok çiçeksiz, çok neşesiz, çok kitapsız bir fabrikada hayatta kaldık sırf bu yüzden. piyasaların hınçla dolu iniş çıkışlarına kalbimiz dayanıyor bir şekilde. kalbimiz derken, ilk gençliğimiz, sakalımız, bir kasetin iki yüzüne de ardarda kaydedip dinlediğimiz şarkımız diyorum aslında. işte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor. insaf et anna! gidelim buradan. senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim. hesap etmeden, haritaya bakmadan gidelim. ölelim diyecektim az kalsın. ölmeyelim. hiç ölmeyelim anna. sarılalım diyecektim az kalsın. içimden böyle şeyler de geçiyor işte. sarılalım, dudakların… tamam sustum. gitmek istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum. şiir kalsın istersen, sadece otursak. oturmasan da olur benimle,sadece ellerimi tut. ellerimi tutma dilersen sadece yüzüme bak. yüzüme bak ama anna, yüzüme bak. gözlerime bak, gözlerimin içine bak. gözlerim biraz karanlık. içinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, cipralexler, turgutlar, edipler,sezailer, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen başağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.gözlerim biraz yorgun. içinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler… bekleyişler anna. köylü çocukların parasız yatılı sonuçları mesela. nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucundaki baba,babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne. hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. ama geçecek hepsi, geçecek. şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek. gözlerimin içine bakmaktan korkma anna. sen adımını attığın andan itibaren hira dinginliğine dönüşecek ortalık. Tarık Tufan/Bir Adam Girdi Şehre Koşarak kitabından şiir gibi bir yazı.

KÜRK MANTOLU MADONNA


"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıka asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum 'Kürk Mantolu Madonna'yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum." Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamaktan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.

(Tanıtım yazısı)


Kürk Mantolu Madonna romanında Maria Puder ve Raif Efendi'nin aşkını anlatan Sabahattin Ali, askerdeyken, kolu çatlak halde yazdı. Ali'nin kitabı yazarken yaşadığı acıyı giderebilmek için kolunu sık sık sıcak suya soktuğu biliniyor. Deyim yerindeyse Kürk Mantolu Madonna, Ali'nin dizinin üstünde yazdığı bir kitap.

Raif Efendi'nin içsel yolculuğunu aşk ile sarıp sarmalayarak okuyucuya sunan roman, ilk olarak 1940 yılında Hakikat gazetesinde “Büyük Hikaye” başlığı altında 48 bölüm olarak yayımlandı, sonra 1943 yılında Remzi Kitabevi tarafından basıldı.

Sabahattin Ali, romanın ana fikrini, ”Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir! Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?” sözleriyle açıkladı

Romanda, 20'li yaşlarında babasının isteği üzerine gittiği Berlin'de, sanata olan ilgisi sayesinde bir sanat galerisini ziyaret eden Raif Efendi, galerideki tablolar arasında bir sanatçının otoportresini görür ve tablodaki kadını hiç tanımamasına rağmen platonik olarak aşık olur. Bu tablo onda daha önce hiç hissetmediği duygular uyandırır. Raif Efendi tablodaki portrenin, Andrea Del Sarto tarafından yapılmış "Madonna delle Arpie" isimli tablodaki Madonna'nın portresine benzediğini düşünür. Tabloya o kadar hayran olur ki fırsat buldukça tabloyu görmeye gider, fakat başka gözlerin onu takip ettiğini fark etmez. Artık ritüel halini alan bu tabloyu seyretme seansınlarından birinde bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'dir. Bir tablodan başlayan aşkı anlatan roman için Sabahattin Ali’nin Andrea Del Sarto imzalı "Madonna delle Arpie" tablosundan ilham aldığı biliniyor.

‘Kürk Mantolu Madonna’, 2016 yılı başında İngiliz yayıncı Penguin’in "Modern Klasikler" serisi arasında yer aldı. Penguin Yayınevi'nin Modern Klasikler Serisi kapsamında Maureen Freely ve Alexander Dawe tarafından geçtiğimiz mayıs ayında çevrilen ‘Kürk Mantolu Madonna', 73 yıl sonra ilk kez İngilizceye çevrilmiş oldu.

(Kaynak NTV)






DECAMERON


"Boccaccio’nun 1349-1353 yılları arasında yazdığı başyapıtı Decameron on gün boyunca anlatılan yüz öyküden oluşur. Günde on öykü anlatılır. Her günü bir kral ya da kraliçe yönetir. Yazar Decameron'un önsözünde kitabın özelliklerini açıklar, sevenlerin, özellikle de seven kadınların acılarını hafifletmeyi amaçladığını belirtir. Decammeron gelişmekte olan Floransa burjuvazisinin, işleri nedeniyle sık sık uzak ülkelere giden kocalarının dönüşünü beklemekle ömür tüketen kadınları için yazılmıştır. Veba salgınından kaçmak için bir araya gelen yedi genç kadınla üç genç erkek gönüllerince yaşayarak gülüp eğlenmek, aklın sınırları dışına taşmayan zevkler tadabilmek amacıyla, önce Fiesole dolaylarında bir evde, sonra da bir şatoda konaklarlar. Her gün (cumartesi ile pazar dışında) öğleden sonra, her biri bir öykü anlatır.Öykünün konusunu günün yöneticisi (kral ya da kraliçe) belirler. Birinci ve dokuzuncu günde ise, herkes istediği öyküyü anlatır. Böylece yüz öykü anlatılmış olur." Eksiksiz ve sansürsüz ilk ve tek Decameron da hak ettiği yerde...elbette Oğlak Klasikleri arasında. 

(Tanıtım yazısı)

ADEM'DEN ÖNCE


"İnsan, rüyasında yalnızca uyanıkken gördüğü şeyleri veya bunların farklı şekillerde bir araya gelişini görebilir. Benim rüyalarımın tamamı bu kuralı çiğniyordu. Uyanıkken ve uyurken yaşadığım dünyalar birbirinden tamamen farklıydı. Sanki iki yaşamı da tecrübe eden kişi olarak bir köprü görevi görüyordum."
Jack London’ın 1906’da kaleme aldığı ve bir macera romanı olarak okunabilen Adem’den Önce adlı eseri, yoğun olarak ele aldığı ırksal bellek konusuyla yazarın diğer kitaplarından keskin bir şekilde ayrılır. Rüyalarında Orta Pleistosen Çağı’na ait olduğunu gören genç bir adamın hikâyesini işleyen bu kitabı okurken, kendinizi tarih öncesinde avcı-toplayıcı insanların arasında nefes kesici bir mücadelenin ortasında bulacaksınız.
(Tanıtım Yazısı)

11 Ekim 2019 Cuma

İNSANIN ÖZÜ


             















Tarihöncesi Ege adıyla iki cilt olarak yayımladığımız kitabıyla tanıdığımız George Thomson, 1903 yılında Londra'da doğdu. 1926'da Cambridge Üniversitesi'ni bitirdi ve İrlanda'ya giderek orada dil üzerine incelemeler yaptı. Daha sonra çeşitli üniversitelerde Yunan dili ve debiyatı dersleri verdi. Bu arada eski Yunan dili ve edebiyatı dersleri verdi. Bu arada eski Yunan klasiklerini İngiliz ve İrlanda dillerine çevirdi. Yunan dili üzerine birçok kitap hazırladı. George Thomson, 1987'de 84 yaşındayken Londra'da öldü. İnsanın Özü'nde Thomson, sanatın ve bilimin kaynaklarını inceliyor. Sanatla bilimin, toplumsal gücün örgütlenmesinin birbirlerine bağımlı iki biçimi olduğunu ve ikisinin de çalışma sürecinde doğduğunu ortaya koyuyor. Bilimle sanatın toplumdaki tarihsel işlevlerini ve bilim adamıyla sanatçının dünyayı değiştirme ortak çabasında nasıl birleştiklerine çok yalın bir anlatımla gözler önüne seriyor.

Alıntılar:

*Bugüne kadar düşünürler dünyayı yalnızca yorumlamakla yetindi­ler. Oysa asıl sorun, dünyayı değiştirmektir.

*Toplumun egemen maddi gücü olanlar aynı zamanda toplumun egemen düşünsel gücüdür. Maddi üretim araçlarını elinde tutanlar aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının denetimini de elinde tutar.

3 Ekim 2019 Perşembe


                             DİNLE KÜÇÜK ADAM





Ben çok sevdim bu kitabı :)
Özellikle "sen" dili ile yazılması, ayrıca olaya etkileyicilik katıyor.
Daha önceden Erdal Öz'ün 'Yaralısın' kitabında karşılaşmıştım "sen" diliyle... Ama orada o dil sayesinde acıyı derinlerde hissediyordunuz, 'Dinle Küçük Adam'da ise aşağılanmayı hissediyorsunuz.
Peki kim bu küçük adamlar?
Aslında çevremizde, orada burada sürekli karşılaştığımız, iğreti duyduğumuz, aşağıladığımız, eleştirdiğimiz hatta zamanla onlara dönüştüğümüz insancıklar...
Geçmişten günümüze dünyayı savaş denilen kıyametlerin ortasına atan büyük adamları, tepemize çıkaran küçük adamlar...
Bilime karşı, tıbba karşı, çağdaşlığa karşı olan küçük insanlar...
Kitap okumak yerine maça gitmeyi tercih eden, hani o göbeğini kaşıyan adamlar...
Ahlaktan dem vurup da her kadına cinsel gözle bakan ve çocuk döven aşağılık insanlar...
Kendi varoluş benliğini tamamlayamamış tutsak bir hayatın içinde cebelleşip duran sıradan adamlar...
Kendini bir türlü geliştirememiş, yenilikçi anlayışa karşı, çok şey bildiğini sanıp aslında bilmedikleri bildiklerinden fazla olan insanlar...
Korkudan kabuğuna çekilmiş, sürekli mutluluk arayışı içinde olan ama özünde mutsuz insanlar...
Ne çemberin dışında ne de içinde olan, dünya üzerinde ne kadar olumsuz olay varsa onların oluşmasına sebep olan kalabalık yığınlar...
Kabahatin çoğunun kendisinde olduğu sessiz topluluklar...
Aşırı rahatsız oldunuz değil mi? Belki yer yer kendinizi buldunuz.
İşte tüm bu küçük adamlara aşağılayarak sesleniyor Wilhelm Reich... Sesleniyor ve artık silkinip kendimize gelmemizi istiyor.
Dönem dönem açılıp okunması gereken, kimlik oluşum sürecinde çocuklara okutulması gereken küçük bir felsefe kitabı 'Dinle Küçük Adam'... İnsanı yine insana anlatan bir deneme...
Artık herkesin üç maymunu oynadığı bir dünyada bu nasihatlari ne kadar dinleyebiliriz bilmiyorum ama dinlemeliyiz!

Dip Not: Sayfa aralarındaki illüstrasyonlara ayrıca bayıldım. Çok başarılıydı :)


Kaynak:1000kitap.com/HesnaS @HesnaS