28 Ağustos 2012 Salı

GEL SENİNLE RESİM YAPALIM


GEL SENİNLE RESİM YAPALIM

Gel seninle resim yapalım
Bir yüz çizelim ince,
Küçük nezleli bir burun
Ve gözler zeytin iriliğinde.

Sonra bir gelincik, ince bir boyun,
Soyulmuş bademden daha ak bir ten,
Öyle bir yüz ki seher vakti
Mutluluk estirsin güneş doğarken

Ve saçları çizelim, bulutlar,
Türküler, masallar gibi,
Hepsinin üstüne sonra
Kocaman bir insan yüreği.

Öyle bir yürek ki sevgiyle
Arkadaşlıkla, mutlulukla dolsun,
İsterse ondan sonra
Bütün şairler ölsün.

CAHİT KÜLEBİ

22 Ağustos 2012 Çarşamba

TURGUT UYAR

Turgut Uyar; içli, kırılgan bir çocuktur. Doğuştan yakışıklıdır; ancak yakışıklılığına aldırmaz, dibine dek mutsuzdu bu dünyada. Temel bakış açısı, karamsarlıktır. Bugün Turgut Uyar'ın ölüm yıldönümü... Saygıyla anıyoruz...

4 Ağustos 1927 - 22 Ağustos 1985


21 Ağustos 2012 Salı

MİNO'NUN SİYAH GÜLÜ / HÜSNÜ ARKAN



Hüsnü Arkan'ın müzisyen yönünü biliyor ve beğeniyorum 
ama yazarlık yönünü bilmiyordum.Ta ki Mino'nun Siyah 
Gülü'nü okuyana kadar.

Romanı okuduktan sonra Hüsnü Arkan'ın iyi bir müzisyen 
olduğu kadar iyi bir yazar olduğunu da öğrenmiş 
oldum.Mino'nun Siyah Gülü Arkan'ın 6. romanıymış benimse 
okuduğum ilk romanı.Kitabın arkasında müzisyen Arkan'dan 
hediye 5 Mayıs isimli bir cd var.

"Hüsnü Arkan,60'lı yıllardan başlayarak,özelllikle 12 Eylül 
döneminin acıtan sayfalarına bir ailenin kadınlarının 
gözünden bakıyor"



Ayşe Sarısayın – Mino’nun çağrıştırdıkları ya da incecik bir sızı

20 Ağustos 2012 Pazartesi

ÇAKIL TAŞI / BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU



ÇAKIL TAŞI

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeğe başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği henüz süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde.


TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK/EMRE KONGAR/REMZİ KİTAPEVİ


KİTABIN ADI:TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK
YAZARI:EMRE KONGAR
SAYFA SAYISI:245
YAYINEVİ:REMZİ KİTAPEVİ
BASIM TARİHİ:2006/14.BASKI
AÇIKLAMA:
Emre Kongar, Tarihle Yüzleşmek kitabıyla, tarih konusunda 'doğru' olarak bildiğimiz birçok ezberi bozacak gibi. Kongar, yeni kitabında Türklerin nasıl Müslüman olduğunu, Osmanlının neden yıkıldığını, Vahdettin'in hain olup olmadığını, Atatürk'ün niçin yalnız bir lider olduğunu; Menderes'in ne kadar demokrat olduğunu ya da 28 Şubat gibi tartışılan konularıı resmi tarihin dışında sakin bir üslupla anlatıyor. Emre Kongar'ın Tarihle Yüzleşmek kitabından cımbızladıklarımız... 


19 Ağustos 2012 Pazar

GENERALİM TANKINIZ NE GÜÇLÜ / BERTOLT BRECHT


Tankınız ne güçlü generalim,
Siler süpürür bir ormanı,
Yüz insanı ezer geçer.
Ama bir kusurcuğu var;
İster bir sürücü.

Bombardıman uçağınız ne güçlü generalim,
Fırtınadan tez gider, filden zorlu.
Ama bir kusurcuğu var;
Usta ister yapacak.

İnsan dediğin nice işler görür, generalim,
Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin.
Ama bir kusurcuğu var;
Bilir düşünmesini de. 

SAÇIMA DOKUNMA / AKGÜN AKOVA


"saçıma dokunma" diyorsun masal saçan bir sesle
ekmek gibi dilimlediğimiz yatak sarılmış bize,
bırakmak istemiyor
kasıklarını öperken "saçıma dokunma" diyorsun
dilimde gezdirirken seni,
"saçıma dokunma, n'olur"
kapısı açılan bahçene girerken bir daha, bir daha
anılar dökülüyor göksarmaşıktan


ikimiz de biliyoruz
bir çözsem saçlarını
bir daha söz etmeyeceğiz ayrılıktan
saatlerin saçları olsaydı sevgilim
bu kadar hızlı geçip gider miydi zaman
ah sevgilim ne diyecektim ben sana
aç pencereyi ve dışarıya bak
son gecemizde kar altında kuğular 

ŞEYTAN / WILLIAM PETER BLATTY

http://u.sonteklif.com/kitap-seytanwilliam-peter-blatty-beyaz-balina-yayinlari-124648


KİTABIN ADI:ŞEYTAN (THE EXORCIST)
YAZARI:WILLIAM PETER BLATTY
ÇEVİRİ:SELAMİ SARGUT
SAYFA SAYISI:421
YAYINEVİ:BEYAZ BALİNA YAYINEVİ
BASIM TARİHİ:2001
AÇIKLAMA(ARKA KAPAK):
Dört kişinin, yaşamakta olduğu evde, her şeyin başlangıcı o gecedir. Bir süreden beri kocasından ayrı olan Chris MacNeil, küçük kızı Regan ile birlikte Washington'da saray yavrusu bir evde yaşamaktadır. Evde kalan diğer iki kişi, evin hizmetkârlarından İsviçreli Karl ve karısı Willie'dir. O gece ev çok sessizdi. Chris, yatağına uzanmış bir süre sonra rol alacağı yeni bir filmin, senaryosunun dosyasını incelemektedir. Küçük kızı Regan çoktan uyumuştu. Karl ve Willie'de çoktan alt kattaki odalarına çekilmişlerdir. Kendini tamamen üzerinde çalıştığı senaryoya vermeye çalışan Chris, bir türlü konsantre olamamaktadır. Tıkırtılar... Nedeni, kaynağı belli olmayan tıkırtılar, ritmik vuruşlar, sanki birine ya da bir yere mesaj yollayan ritmik vuruşlar dikkatini dağıtmaktadır. Dikkatini dağıtan seslerin kaynağını bulmak için çevresini araştırır. Kızı Regan'ın odasına giren Chris, onun derin, sessiz bir uykuda olduğunu görünce, tıkırtıların tavanarasında dolaşan farelerin marifeti olduğuna hükmeder. Yarın ilk iş olarak, Karl'a tavanarasını temizlemesini bildirecektir. Oysa... Karl daha dün temizlemişti orayı ve tavanarası tertemizdi ve tek fare bile yoktu. Ayrıca fareler ritmik sesler çıkartmazdı ki!... Bu sesler O'na aitti. O... Kötülüğün ve kötülüklerin efendisi, geldiğini bildiriyordu. Bu evi seçmişti. Bu evde O'na ait olmayan ama, kendisinin olmasını, sahip olmayı istediği bir şey vardı. Chris'in sevgili, küçük kızı Regan'ı istiyordu.
1976 yılında Warner Bros stüdyolarında Yönetmen William Friedkin tarafından beyazperdeye de aktarılmış olan The Exorcist'in başrolünde Ellen Bursytn, Max Von Sydow, Linda Blair ve Jason Miller oynamıştır.

AŞK MIYDI O? / ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN



AŞK MIYDI O?

Aşk mıydı o, aşkımsı bir şey miydi
Neydi çekip kendine, beni bağlayan
Kanatan dudağımı, tenimi dağlayan
Elleri ta içimde o dev miydi


Etime bir alev değmişçesine
Nasıl da yakardı öptüğü zaman
Bir su gibi akıp gitti avuçlarımdan
Yorgunum şimdi bin yıl sevmişçesine


Hani o yalnız benim olan gül, kırmızı
Gözlerimin önünde açılan sonsuz bahçe
Hani, o var olmalarımız öpüştükçe
O delice sürdürmeler yaşantımızı


Hiç doymamak oysa, tene, kokuya, aşka
Sarıldıkça güçlenmek, bütünlenmek
Kudurmuş arzularla zamanı yenmek
Ve en kuytularda buluşmak korka korka


Kimi gün utanmak otlardan, çimenlerden
Kimi gece mıhlamak gölgemizi duvara
Varmak için o sevgiyle açılmış kollara
Apansız düşmek yükseklerden bir yerden


Oydu işte alıştığım, özlediğim şimdi de
Sevgice bir tutku, aşkımsı bir yakınlık
Avunmak... Kırık dökük anılarla artık
Kimbilir? o geceler yaşanmadı belki de 

ÇIKMAZ SOKAK'TAN BAŞKA BİR PARAGRAF

...
"Eğer,yanlış insan davranışları varlığa gelmek zorunda ise,bu zorunluluğa karşı çıkmak,varlık öncesinden takdir edilmiş olan o değişmez iradeye de karşı çıkmak değil midir?"
...

ÇIKMAZ SOKAK'TAN BİR PARAGRAF

...
"Sokak kimliklerin,kişiliklerin ve kişilerin yok edildiği bir mekandır.Ne bir cerrah elindeki neşterle ne bir kasap elindeki satırla dolaşır.Ne ağzınızın kokusu ne de açlığınız bilinir.Çünkü tüm kusurunuz toplum yorganı altına gizlenmiştir.Bu yüzden en mükemmel örtüdür sokak."
...

18 Ağustos 2012 Cumartesi

SAHİBİNİ ARAYAN MEKTUPLAR 4 / ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN




4.MEKTUP

Senden hiç ayrılmamak vardı. Zamanı durdurmak, bütün saatleri
parçalamak vardı. İsyan içindeydim. Neydi bu çaresizlik?
Bizi çepçevre saran bu dört duvar neydi?
Bir ara Tanrıyı düşündüm, peygamberleri, dinleri, kitapları düşündüm.
Boş inançlarımız mıydı çaresizliği yaratan?
O bizim eserimiz miydi? Öyleyse neden bizden büyüktü, güçlüydü?
Bunca yıl neyi aramış, kimi özlemiştim? Madem ki benim olmayacaktın
neden seni karşıma çıkardılar? Kim yaptı bunu? Bu kötülükler
kimin eseri? Tanrının işi yokta bizi mi görsün? Öyleyse kime inanacağız?
O kitaplar ki sabırdan bahsediyor. Ama ne kadar? Nereye kadar?
O dinler ki duadan bahsediyor. Kime, niçin ve ne zaman?
O peygamberler hiç sevmediler mi?
Ben sana inanıyorum kitaplara değil.
Ben seni istiyorum. Dua değil. Sabır değil.
Artık gideceksin , biliyorum, vakit geç oldu. Yatakta izin kalacak,
havada kokun ve yastığın üzerinde bir iki tel saçlarından.
Telaş içinde giyinmeye başlayacaksın. <çoraplarında eğrilik var>
diyeceğim, düzelteceksin. Dudaklarını boyarken, eğilip ensenden
öpeceğim. İçin sevgiyle dolacak. Gözlerin ışıl ışıl < üzülme, üzülme
diyeceksin, yine geleceğim.>
Ya gelmezsen? Hayır hayır geleceğine inanıyorum.
Yine gideceğini bilmek kötü. Dayanılmaz bir şey bu.
Hatırlıyorum; elini uzattın, dedin ve gittin.
Gözden kayboluncaya kadar baktım arkandan, sonra kapıyı kapattım,
bir başka kapı açıldı yalnızlığa.
Yürüyemiyordum, oturamıyordum. Yattım, uyuyamadım. Sanki
yerçekiminden kurtulmuştum, boşluktaydım, ağırlığım kalmamıştı.
Elimde, tam nabzımın üzerinde bir saat işliyordu her şeyden habersiz.
Çıkardım, duvara çarptım, parçalandı ve durdu.
Fakat sadece saatin sesiydi kaybolan.
Yoksa zaman ilerliyordu..
 

ÇIKMAZ SOKAK / MUSTAFA ANGIN

ÇIKMAZ SOKAK ROMANINDAN BİR PASAJ

“Doğru nedir Mery?”
Kır kahvesinde oturmaktaydılar. Wint sıcak çikolata, Meryem ise çay içmekteydi. Meryem okuduğu kitabın arasına parmağını kıstırarak başını kal­dırdı. Wint ise, sırtı pencereye dönük oturmaktaydı.
“Aaa! Bak kar serpiştirmeye başlamış.”
“İyi de Mery bu bir cevap değil ki.”
Meryem’in yüzü birden ciddileşti. Eğer Wint kar yağmasına rağmen her şeyi bırakarak dışarıya çıkmamışsa çok önemli bir gelişmeye tanık olmak üze­reydi.
“Ne okumaktasın Wint?”
“Öff Mery… Eskiden olsa hemen açıklamaya girişirdin. Şimdi ise…” Kıvır­maktasın diyecekti ama caydı.
“Sende eskiden gece yarısı olsa bile karlarla boğuşmak için yataktan çıkar­dın ama.”
“Off Mery o çok eskidendi. Hele iyice bir yağsın o zaman oynarız. Şimdi söyle. Sence doğru nedir?”
Oysa çok eskidendi dediği on beş gün öncesiydi. Ama okumaya ve soru­ya ilgi duyması sevindirici bir gelişmeydi. Okuduğu kitaba göz ucuyla baktı. Ecinniler. Dostoyevski.
“Hımm” dedi. “Kısa yoldan söylememi ister misin? Yoksa tartışarak mı bu­lalım Wint.”
“Eeee! Hemen söylesen iyi olur Mery.”
“Tamam ufaklık. Doğru Doğadır. Anlaştık mı?” ona bakmaksızın yeniden kitabı araladı.
Wint yüzünü buruşturdu.
“Eeee. Şimdi doğruyu bulmuş mu olduk Mery?”
Meryem kitabın sayfasına bakarak kapadı.
“Ne bulmayı umuyorsun Wint? Sence doğru bulunacak bir şey mi?”
“Elbette Mery. Doğru diye bir şey varsa herhalde bulunacak bir yerdedir.”
“Peki, bulacağımız şeyi nerede arayacağız Wint.”
“Sanırım çevremizde Mery.”
“Wint örneklerini somutlaştırarak söylersen daha iyi anlaşırız. Şimdi çevre­miz derken ben karşıdaki çöp tenekesini gösterir ve doğruyu onun içinde mi arayacağız desem ne yanıt verirdin.”
“Hımm anladım. Çevremiz sözü yanlış oldu. Peki doğru! Bence iyilik yap­mak doğruluktur Mery.”
“Wint yine anlam dışına taşmaktasın. Şimdi de iyilik nedir onu mu çözme­ye çalışacağız.
Eğer iyilik yapacak gücün yoksa doğru, bu gücün kuvvet dengesine göre mi şekil almalıdır?”“İyide Mery. Doğanın içinden doğru olanı nasıl bulacağız peki!”
“Alışkınlıklarından vazgeçmeyi bir türlü kabullenmek istemiyorsun Wint. Neden sürekli doğruyu bulmak gibi bir uğraşın içindesin ki? Eğer doğru bu­lunacak bir şey ise, bu kez de nerede bulunacağı gibi bir açmaza girmez misin? Doğru, doğanın kendisi olmak durumundadır. Aranması, bulunma­sı gereken bir şey değil. Kimine göre ahlaklı, kimine göre iyiliksever, kimine göre inançlı olmak doğru gibi gözükebilir. Ama doğruyu, kimilerin kimi anla­yışına göre formüle edemeyiz.”
“Şimdi şu soruyu yanıtla… Sence bir tilkiye göre doğru ne olmalıdır?”
“İyi de Mery o bir hayvan. Doğrunun ne olduğunu nereden bilecek ki?”
“Yani doğru tanımı, yalnızca insanın bakış açısıyla bulunur öyle mi? Peki, bir insan olarak düşünürsek, tilkinin doğrusu ne olmalıdır?”
“Bu ne biçim soru böyle Mery?”
“Bu örneği şunun için verdim. Burada karar mekanizması mutlaka insan mı olmalıdır Wint? Şimdi anlamasan da sözümü kesme. Çünkü vereceğim örnek anlamanla ilgili değil. Ama dikkatli dinle yeter. Şimdi doğruyu bulmak için başka bir pencere açalım. Şöyle ki, soluduğun hava su, biyolojik canlılar, bit­kiler, taş, gaz ya da okuduğun kitabın sayfaları, oturduğun sandalye aklına ne gelirse her şey atomdan meydana gelir. Atomu ise ancak elektron mikroskobu ile görebilmekteyiz. Atom ise, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yö­rüngelerde dolaşan elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron denilen başka parçacıklar vardır. Çekirdek atomun tam merkezinde bulunur. Çekirdeğin yarıçap uzunluğu atom yarıçapının on binde biri kadar­dır. Yani masa üzerine bir nokta koyar ve bunu çekirdek varsayarsak atomun çevresi on kez plaza otele gidip gelmek kadar uzak düşer bize.”
“Vay canına” dedi Wint. Ancak Meryem’in bakışı üzerine devam etmedi.
“Uzaklığın yanı sıra bir de çokluk hesabı vardır Wint.”
Tabağın kenarına bulaşmış bir şeker taneciğini avucunun içine alarak Wint’e gösterdi.
“Bu toz şeker tanesindeki atomları saymaya kakıştığımızda karşımıza şöyle bir güçlük çıkar. Eğer bir saniyede bir milyar atom saydığımızı varsaysak bile, şeker taneciğindeki atom sayısını tam tespit edebilmemiz için beş yüz sene daha saymaya devam etmemiz gerekir.”
Wint sahi mi dercesine bakındı ama sabredemedi. “Ciddi misin Mery?”
“Elbette Wint. Ama sözümü kesme, bitirmek üzereyim. Atomdaki bu elekt­ronlar çekirdek çevresindeki yörünge üzerinde dolanırlar. Elektronlar ile çe­kirdek arasındaki çekim kuvveti, elektronların kendi aralarındaki itme kuv­vetine üstün geldiğinden elektronlar atoma bağlı kalırlar. Elektron elektrik­sel olarak eksi yüklü bir parçacıktır. Yeniden konumuza dönersek. Bana göre elektronun en dışta dönmesi yanlıştır deme şansım var mı Wint? Ya da. Ben­ce elektron eksi yük taşımamalı diyebilir miyim? Öyle ise doğruyu kime göre değerlendireceğiz? Çekirdek ile elektronlar arasındaki uzaklığı bence yakın-laştırmalıyız gibi bir düşünce doğru olabilir mi? Sözünü etmek istediğim şey şu Wint, doğanın kendi yasası, kendi içinde doğruluk taşır. Ve doğa yasa­sı iyilik, ahlak ve inanç kavramıyla bağdaşmaz. Bu nedenle doğruya insan en­deksli bakmamız, yanlışın ortasında kalmamıza neden olur.”
Meryem parmağını çay karıştırır gibi kaldırarak garsona işaret yaptı. Wint, sözümü kesme uyarısından bu yana kendisini frenlemeyi becermişti.
“Çok ilginç” dedi heyecanlandım birden. “Bununla ilgili bir kitap alırız de­ğil mi Mery? Ama ben hâlâ sorumun cevabını alamadım.”
“Nasıl bir cevapmış bu!”
“Peki, bir insan, doğru iş yaptığını nasıl anlar Mery.”
“Bak doğru bir soru sordun şimdi. Eğer doğru bir iş yapmak istiyorsak, yine referans alacağımız yer, doğanın kendisi olmak durumundadır Wint. Örne­ğin evlenmek doğal mıdır, dersek, evliliğin doğayla örtüşen bir yanı olup ol­madığını görmemiz gerekir. Başka türlü sorayım istersen. Evlilik olmasa do­ğanın dengesi bozulur mu? Hayır. Ama ahlaksal ya da inançsal açıdan değerlendirirsek değerlendirme yanılgısına düşeriz. Eğer yaptığımız işin doğrulu­ğunu tartacak isek, bir kefemizde mutlaka doğanın yasaları olmalıdır. Anla­dın mı şimdi?”
“Ama senin de inançların var Mery.”
“Elbette Wint. Ama doğadışı varsayımlar ve fzikötesi kurgular değil. Benim inancım devinen doğanın, öncesiz ve sonrasız olduğunun tanımıdır yalnızca. Bu benim görüşümden dolayı değil, doğanın duruşundan dolayı ben öyle dü­şünmekteyim. Bu yüzden doğada fesat ve kin güderlik yoktur Wint. Okudu­ğun kitaptaki gibi kibir ve entrika yoktur.”
“Şimdi daha iyi anladım Mery.”
“Peki, o zaman sen bir örnek ver bakalım.”
“Eeee. Tamam buldum. Bu kitap benim demek doğru değildir. Çünkü doğa yasasında benim diyebileceğimiz bir durum da yoktur.”
“Mükemmelsin Wint. Noktayı koymak buna denir…”
Meryem omzundaki ağırlıkla başını yana çevirdi

(MUSTAFA ANGIN) 

Konusu,kurgusu ve içeriği ile mükemmel bir roman.Şimdiye kadar okumuş olduğum en iyi romanlardan birisi diyebilirim.Mustafa Angın'ın beş yıllık emeğine fazlası ile değmiş.Aşağıda roman için oluşturulmuş blog adresini de sizlerle payaşıyorum.



http://cikmazsokakroman.blogspot.com/2010/08/cikmaz-sokak-romanindan-bir-pasaj.html#comment-form

17 Ağustos 2012 Cuma

FRİDA KAHLO



"Gecelerim, çarpan kocaman bir yürek gibi. Gecelerim aysız; pencereden süzülen gri ışığa kırpmadan bakıyor. Gecelerim ağlıyor, yastığım nemli ve soğuk. Gecelerim beni yokluğuna itiyor; seni arıyorum, yanımdaki dev bedenini, soluğunu, kokunu arıyorum. Neredesin? Bedenim, şu sakat külçe, senin sıcaklığında bir an kendini unutmak istiyor. Gecelerim paçavraya dönmüş bir yürek. Gecelerim beni aşkla tutuşturuyor, ama senin eksikliğini çektiğini biliyor ve bu gerçek karanlıkta bir bıçak gibi parlıyor. Gecelerim sana uçabilmek, seni uykunda sarmalıyıp bana getirebilmek için kanatları olsun istiyor. Ama gecelerim her türllü deliliğin yasak olduğunu ve düzensizlik yarattığını biliyor. Gecelerim senin ve benim hazza eriştiğimizi görmek için röntgencilik yapmak istiyor, ama bedenim birkaç sokağın ya da adi bir coğrafyanın bizi ayırdığını anlayamıyor..."


Çağımızın resim sanatına şekil veren sanatçılardan biri olan, feminist ve Marksist Frida Kahlo'nun, yaşamını konu alan film 29 Ağustos'ta başlayacak olan Venedik Film Festivali'nin açılışında gösterilecek.Yapıtlarının yanısıra ilginç yaşamı ve politik görüşleriyle de ilgi çeken Mesikalı ressam Frida Kahlo yaşama veda edeli tam 49 yıl oldu. Ama sanat tarihinin bu sıradışı kişiliği gerek beyazperdede gerekse tiyatro sahnelerinde yaşamayı sürdürüyor.



15 Ağustos 2012 Çarşamba

KURBANLAR/DEAN KOONTZ/İNKİLAP KİTAPEVİ


http://u.sonteklif.com/kitap-kurbanlardean-koontzinkilap-kitapevi-124599

KİTABIN ADI:KURBANLAR
YAZARI:DEAN KOONTZ
ÇEVİRİ:MEHMET HARMANCI
YAYINEVİ:İNKİLAP KİTAPEVİ
SAYFA SAYISI:317
BASIM TARİHİ:2006
AÇIKLAMA(ARKA KAPAK):
Buldukları ilk ceset şişmişti ve hâlâ sıcaktı. Sonra iki kesik el buldular. Ardından fırının içinde iki kesik baş. 150 kişi ölmüştü ve ölüm oyunu bu küçücük dağ kasabasında daha yeni başlamıştı. İlk önce bunun bir manyağın işi olduğunu sandılar. Sonra da yeni bir hastalık olduğunu. Daha sonra da yabancıların işi... Sonunda gerçeği buldular. Ve onu canlı olarak gördüler. Hayal edemeyecekleri kadar kötüydü...
'Mide bulandırıcı, insafsız.' Stephen King

13 Ağustos 2012 Pazartesi

SAHİBİNİ ARAYAN MEKTUPLAR / 5. MEKTUP



Ayrılık diye bir şey yok. Bu bizim yalanımız. Sevmek var aslında, özlemek var, beklemek var. Şimdi nerdesin? Ne yapıyorsun? Güneş çoktan doğdu. Uyanmış olmalısın. Saçlarını tararken beni hatırladın, değil mi? Öyleyse ayrılmadık. Sadece özlemliyiz ve bekliyoruz.
Zamanı hatırlatan her şeyden nefret ediyorum. Önce beklemekten. Ömür boyunca ya bekliyor ya bekletiyor insan. İkisi de kötü, ikisi de hazin tarafı yaşantımızın.
Bir çocuğun önce doğmasını bekliyorlar, sonra yürümesini, konuşmasını, büyümesini…
Zaman ilerliyor, bu defa para kazanmasını, kanunlara saygı göstermesini, insanları sevmesini, aldanmasını, aldatmasını bekliyorlar. Ve sonra ölümü bekleniyor insanoğlunun.
Ya o? Ya o? İnsanlardan dostluk bekliyor, sevgilisinden sadakat, çocuklarından saygı ve bir parça huzur bekliyor, saadet bekliyor yaşamaktan. Zaman ilerliyor, bir gün o da ölümü bekliyor artık. Aradıklarının çoğunu bulamamış, beklediklerinin çoğu gelmemiş bir insan olarak göçüp gidiyor bu dünyadan. İşte yaşamak maceramız bu.
Yaşarken beklemek, beklerken yaşamak ve yaşayıp beklerken ölmek!
Özleme bir diyeceğim yok. O kömür kırıntıları arasında parlayan bir cam parçası. O nefes alışı sevgimizin, kavuşmalarımızın anlamı. O tek güzel yönü bekleyişlerimizin.
İnsanlığımız özleyişlerimizle alımlı, yaşantımız özlemlerle güzel.
Özlemin buruk bir tadı var, hele seni özlemenin. Bir kokusu var bütün çiçeklere değişmem. Bir ışığı var. bir rengi var seni özlemenin, anlatılmaz.
Verdiğin bütün acılara dayanıyorsam; seni özlediğim içindir. Beklemenin korkunç zehiri öldürmüyorsa beni; seni özlediğim içindir. Yaşıyorsam; içimde umut varsa, yine seni özlediğim içindir.
Seni bunca özlemesem; bunca sevmezdim ki!
Ümit Yaşar OĞUZCAN

Murathan Mungan - Üç Aynalı Kırk Oda


Biliyorum bütün sözler yavan, bütün sözcüklerin içi boşaltılmış, bütün anlamlar kullanılmış, bütün anlar uçucu; kelimeye dökülen her duygu, kendiliğinden soğuk bir klişe oluveriyor; hiç bir sözcük duygularıma da yüreğime de yetmiyor; Anlatabildiklerimle değil, anlatamadıklarımla karşında durmak için kaçırdım seni, çaresizliğimi görmen için kaçırdım; yalnızlığımı anlaman için; beni yüreğinle anla, gözlerinle dinle diye...
Beni kendi kelimelerinle gör diye. Seni aşk uğruna kaçırdım.Aşk uğruna. Hepsi bu işte...

Murathan Mungan - Üç Aynalı Kırk Oda

12 Ağustos 2012 Pazar

HAZİRANDA ÖLMEK ZOR / HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL

HAZİRANDA ÖLMEK ZOR

-Orhan Kemal'in güzel anısına-
işten çıktım
sokaktayım
elim yüzüm üstümbaşım gazete


sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sokakta tomson
sokağa çıkmak yasak


sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!


havada tüy
havada kuş
havada kuş soluğu kokusu
hava leylâk
ve tomurcuk kokuyor
ne anlar acılardan/güzel haziran
ne anlar güzel bahar!
kopuk bir kol sokakta
çırpınıp durur


çalışmışım onbeş saat
tükenmişim onbeş saat
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
anama sövmüş patron
ter döktüğüm gazetede
sıkmışım dişlerimi
ıslıkla söylemişim umutlarımı
susarak söylemişim
sıcak bir ev özlemişim
sıcak bir yemek
ve sıcacık bir yatakta
unutturan öpücükler
çıkmışım bir kavgadan
vurmuşum sokaklara


sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
dallarda insan iskeletleri


asacaklar aydemir'i
asacaklar gürcan'ı
belki başkalarını
pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim
dökülüyor etlerim
sarı yapraklar gibi


asmak neyi kurtarır
sarı sarı yaprakları kuru dallara?
yolunmuş yaprakları
kırılmış dallarıyla
ne anlatır bir ağaç
hani rüzgâr
hani kuş
hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?

asılmak sorun değil
asılmamak da değil
kimin kimi astığı
kimin kimi neden niçin astığı
budur işte asıl sorun!


sevdim gelin morunu
sevdim şiir morunu
moru sevdim tomurcukta
moru sevdim memede
ve öptüğüm dudakta
ama sevmedim, hayır
iğrendim insanoğlunun
yağlı ipte sallanan morluğundan!

neden böyle acılıyım
neden böyle ağrılı
neden niçin bu sokaklar böyle boş
niçin neden bu evler böyle dolu?
sokaklarla solur evler
sokaklarla atar nabzı
kentlerin
sokaksız kent
kentsiz ülke
kahkahanın yanıbaşı gözyaşı


işten çıktım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
karanlıkta akan bir su
gibi vurdum kendimi caddelere
hava leylâk
ve tomurcuk kokusu
havada köryoluna
havada suçsuz günahsız
gitme korkusu
ah desem
eriyecek demirleri bu korkuluğun
oh desem
tutuşacak soluğum

asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi
yaşatmaktır önemlisi
güzel yaşatmak
abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak


ah yavrum
ah güzelim
canım benim / sevdiceğim
bitanem
kısa sürdü bu yolculuk
n'eylersin ki sonu yok!
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

nerdeyim ben
nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz siz
kimsiniz?
ne söyler bu radyolar
gazeteler ne yazar
kim ölmüş uzaklarda
göçen kim dünyamızdan?


asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi?
yolunmuş yaprakları
ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
söyler hangi güzelliği?

kökü burda
yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
göçtü memet diye diye
şafak vakti bir çınar
silkeledi kuşlarını
güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
memet!»

gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
üstümbaşım elim yüzüm gazete
vurmuşum sokaklara
vurmuşum karanlığa
uy anam anam
haziranda ölmek zor!


bu acılar
bu ağrılar
bu yürek
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
bu geceler niçin böyle insansız
bu insanlar niçin böyle yarınsız
bu niçinler niçin böyle yanıtsız?

kim bu korku
kim bu umut
ne adına
kim için?


«uyarına gelirse
tepemde bir de çınar»
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet'in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara


nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz?


yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran '63'ü

bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
nâzım ustanın


gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor! 

HER DİLDE TÜRKÜLERİN MERAMI BİR / NECATİ CUMALI

 

HER DİLDE TÜRKÜLERİN MERAMI BİR


Her dilde türkülerin meramı bir
Sıla, iki gözlü bir ev, bir gelin
Kovboyun dilinde yavuz bir at, bir kement
Doğuda, bizim çobanların dilinde
Taze ekmek, taze peynir

Mutlu olmak her vakit elimizdedir
Bütün istediğimiz bundan ibaret
Köylüye toprak, kovboya kement
Her şeyin başında, her şeyden önce
Hürriyet


NECATİ CUMALI

KİTAP-TOPLUMSAL CİNSİYET YAZILARI/ŞENGÜL HABLEMİTOĞLU/TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM YAYINLARI



KİTABIN ADI:TOPLUMSAL CİNSİYET YAZILARI
YAZARI:DOÇ.DR.ŞENGÜL HABLEMİTOĞLU
SAYFA SAYISI:238
YAYINEVİ:TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM YAYINLARI
BASIM TARİHİ:2004/1.BASKI
AÇIKLAMA:
Kadınların yaşamı, doğaları gereği zengin ve karmaşık. Ama aynı ölçüde güçlüklerle, sorunlarla, eşitsizliklerle ve adaletsizliklerle dolu. Kadınlar yaşamın ve insanlığın sürdürülebilmesi için anahtar varlıklar. Pratikte ise, bu değerleri dünyanın pek çok bölgesinde görmezden geliniyor. Bugünün dünyasını hem görkemli gelişmeler, hem de muazzam yıkım üreten bir sistem yönlendirmekte. Kadınların bu sistem içinde yaşam üreten ve yaşamın sürekliliğini sağlayan faaliyetlerini tanıtmaya, bugün daha fazla ihtiyaç duyuyor olmamız, biraz da erkek egemen yıkıcı kurumların giderek güçlenmesinden kaynaklanıyor. 
Bu nedenle, yeryüzündeki bütün insanların toplumsal açıdan adil ve eşit yaşama hakları olduğu anlaşılıncaya kadar kadınlar için mücadele sürecek. Hayli zaman alacağını ise, tahmin etmek güç olmasa    gerek...


YERYÜZÜ AŞKINYÜZÜ OLUNCAYA DEK/ADNAN YÜCEL



Aşksız ve paramparçaydı yaşam
bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Aşk demişti yaşamın bütün ustaları
aşk ile sevmek bir güzelliği
ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
işte yüzünde badem çiçekleri
saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
sen misin seni sevdiğim o kavga,
sen o kavganın güzelliği misin yoksa...
Bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri
suyun ayakları olmuştur ayaklarımız
ellerimiz, taşın ve toprağın elleri.
yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık
törenlerle dikilirdik burçlarınıza.
türküler söylerdik hep aynı telden
aynı sesten, aynı yürekten
dağlara biz verirdik morluğunu,
henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz...

Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne
ne tan atışı doğumların sevincine
ey bir elinde mezarcılar yaratan,
bir elinde ebeler koşturan doğa
bu seslenişimiz yalnızca sana
yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Saraylar saltanatlar çöker
kan susar birgün
zulüm biter.
menekşelerde açılır üstümüzde
leylaklarda güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için direnenler...

Şiirler doğacak kıvamda yine
duygular yeniden yağacak kıvamda.
ve yürek,
imgelerin en ulaşılmaz doruğunda.
ey herşey bitti diyenler
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
ne kırlarda direnen çiçekler
ne kentlerde devleşen öfkeler
henüz elveda demediler.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! 

KİTAP-LOKSANDRA(İSTANBUL DÜŞÜ)/MARIA YORDANIU/BELGE YAYINLARI

://u.sonteklif.com/kitap-lohttpksandraistanbul-dusumaria-yordaniubelge-yay-114701

"Loksandra'yı ilk okuduğumda 'eski İstanbul insanının romanı bu' demiştim kendi kendime. Bildiğim kadarıyla da ne Cumhuriyet öncesi, ne sonrası Türkçe yazında bir 'Loksandra' yoktu. Tıpkı bir 'Benden Selam Söyle Anadolu'ya olmadığı gibi. Yordanidu, Yunanlı kimliğinden sıyrılmış, 'İstanbullu' oluvermişti gözümde. Dido'nun 'Küçük Asyalı' oluşu gibi...
İstanbul'un tarihi yazılmamış. Hasan efendileri, Loksandra'ları, Marika'ları, Gülcihanları ise küçücük yaşamlarının çevresinde, Bayramları, Meryemleri; tanıdıklar ve akrabalar arasında meşhur midye dolmaları, hünkar beğendileri, çocukları, anaları babaları, ile yaşayıp gitmektedirler. 'Huzur' vardır 1890'ların Loksandra'sının yaşamında. Bir kuşak sonra zerresi bile kalmayacak olan huzuru soluyarak yaşar Loksandra..."(Arka Sayfa)


11 Ağustos 2012 Cumartesi

YAŞAR KEMAL/DEMİRCİLER ÇARŞISI




''O İYİ İNSANLAR,
O GÜZEL ATLARA
BİNİP ÇEKİP
GİTTİLER.
DEMİRİN
TUNCUNA,
İNSANIN PİÇİNE
KALDIK.''
       
Yaşar Kemal'in o destansı üslubuyla okuyanı sarıp sarmalayan, bilmediği bir dünyanın içine çeken "Demirciler Çarşısı Cinayeti" adlı romanı bu cümleyle başlar bu cümleyle biter. Hani şu romanı okumayanların bile dillerine pelesenk olan cümle: "O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler..." Romanı yıllar evvel okumuştum. Elimdeki baskısı 1980 yılının. Ankara'da Tekin Yayınevi'nde basılmış. Hala duruyor mu bilmem? İtiraf edeyim okuduğum zaman sadece anlatımın edebiliğine kapılmış yıllar sonra bu cümleyi bu kadar hem de hüzünle hatırlayacağım aklıma dahi gelmemişti. Oysa şimdilerde hatırıma gelmediği gün yok gibi!

"O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler..." Ne kadar anlam yüklü, ne kadar iç sızlatıcı bir cümle! Hele yaşadığımız ülkenin geçmişiyle bugününü düşününce! Her neslin kayıp bir nesil olduğu ülkemizde giderek artan yozlaşmayı, sanki toparlanamayacakmışçasına bozulup dağılan toplumdaki çürümeyi düşününce... Romanda aralıklı olarak anlatılan bölümler biraraya getirilerek bir özet çıkarılmış internette. Pek çok sitede, blogda rastlamak mümkün. Hüzünle, içim acıyarak hatırlayışımın nedenini bundan daha güzel anlatamayacağım için bu özeti aktarmak istiyorum. Hem belki anlatımın büyüsüne kapılıp romanı okumak isteyenler olabilir:
 

"Dünyayı dolaşan genç adam güzel bir şehre geldi. Gözleri Emir Sultanıngözlerine benzerdi. Kaşları çatık, rengi yanık sarı, kalın dudakları soluk.İnce, uzun boylu. Erkeğin yakışıklısı dünyadaki en güzel yaratıktır. Dünyada bir arap atının tayı güzel olur, bir de erkeğin yakışıklısı. Genç adam atındanindi, baktı ki bu şehir başka, öteki şehirlere hiç benzemiyor. Şehrin insanları dünyanın en kanı sıcak, en cana yakın insanları. Konuk için dersen deli divane oluyorlar. Fıkarası yok gibi, zengini de cömert. Bet bereket dersen yedi iklim dört bucaktan taşıyor. Bütün şehrin insanlarının yüzyıllardan beri büyük bir mutluluk içinde oldukları besbelli. Bura halkının hiç mi hiç bir şeyden şikayetleri yok. Bir şikayetleri varsa o da ölümden. Herhal ölüm bile güzel olur bu şehirde. Yolcu böyle düşündü. Bu şehirde bir de çok güzel atlar vardı. Küheylan, seklavisi, cins cins, don don. Dorusu doruların en parlağı, alı kırı, kulası, abeşi, demirkırı, yağızı da öyle. Burada atların donları da bir başka. Her bir atlar ki tüyleri yıldır yıldır. Her birisi sürmeli gözlü ceren gibi. Tıpkı. Adam bu güzel şehre, bu iyi insanlara, bu cins atlara hayran kaldı. Bu şehirde bir süre kaldı. Sonra ayrıldı. Bundan sonra da nereye gittiyse, kimi gördüyse yıllar yılı bu şehri, bu insanları, bu atları söyledi. Dilinden düşürmedi. Hayranlığını bir ömür dile gitirip, bütün insanları da bu şehre hayran kıldı. Adam çok yaşlandı. Günlerden bir gün kendi kendine dedi ki, ölmeden, şu güzelim dünyayı terketmeden varayım da o güzel şehri, o iyi insanları, o soylu atları bir daha göreyim de, hiç olmazsa, şu dünyadan ağız tadıyla ayrılayım. Ora senin, bura benim günlerce yol tepti, bir sabah iyi insanların, güzel atların mutlu şehrine geldi. Geldi ki ne görsün, şehir ne oeski şehir, insanlar ne o eski insanlar, atlar da yok. Her şey değişmiş, her şey bambaşka. O eski konuksever, her bir sözleri cana can katan kişiler verdiği selamı bile almıyorlar. Geldi ki ne görsün, yalnız selamını almamak değil, yüzüne bile bakmıyorlar. Yüzleri kara, karanlık, mutsuz. Şehrin büyük çayıları, ovası, tarlaları, ahırları da bomboş. O ceren gibi atların imi timi yok. Adam şaşkınlığından, kederinden ne edeceğini bilemedi. Beli büküldü. Issız, yıkık, bir örene dönmüş şehri lal-ü ebkem dolaşırken o eski, mutlu günlerden kalmış yaşlı bir adama rastladı. Adam sırtını bir hanın yıkık duvarına vermiş, güneşleniyordu. Ak sakalı kir içinde, kızarmış hastalıklı gözlerine sinekler üşüşmüş. Kederinden dişleri kenetlenmiş, sakalı ak, sakalı kirli, aydınlık yüzlü, geniş alınlı duvar dibinde güneşlenen yaşlı adama sordu: "Bir zamanlar bu şehirde konuksever, sıcak yürekli, dost canlısı iyi insanlar, ceren gibi, kırmızı mercan gözlü, uzun boyunlu, kalem kulaklı, suna gibi cins atlar vardı. Onlara ne oldu?" Yaşlı adamdır ki, azıcık doğruldu, ak saklı kirli, titredi, yüzü eski bir ışıkla parıldadı, derin bir aaah dedi, ciğeri söken. Aaaah! Duvara sırtını iyice verdi. Neden sonra gözlerini açtı: "O iyi insanlar," dedi, "o güzel atlara bindiler çekip gittiler... Aaaah! Aaaaah! Aaaaaah!"
(İlknuryamak.blogspot'tan alınmıştır)


10 Ağustos 2012 Cuma

ARİF DAMAR/GİTME KAL


GİTME KAL

Nice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir
Gözyaşlarını aklına getir
'GİTME KAL' var yok dinlemez bir çocuk isteğidir
Gitme aklına getir
Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmur kesilince
Çırılçıplak kayada yetişir incir ağacı
Dağıtır mevsimi kendi kendine
Gitme beraberlik içinde
Nasıl sevinirdik aklına getir
Her şeyi her şeyi aklına getir
Gece yarılarını aklına getir
Söylediklerini aklına getir
Sinsi yağmurlar yağıyordu
Soğuktu
Yaktığımız ateşi aklına getir
Nelerden geçiyorsun aklına getir
Gitme dünyamızın her yerinde
Yorgun eller gülleri derleyince
Ellerin sevincini aklına getir
Güllerin sevincini aklına getir
Ne çok severdim seni aklına getir

Arif Damar

AHMED ARİF/SUSKUN




   SUSKUN

Sus, kimseler duymasın.
Duymasın ölürüm ha.
Aydım yarı gecede
Yeşil bir yağmur sonra...
Yağıyor yeşil.

En uzak, o adsız ve kimselersiz,
O yitik yıldızda duyuyor musun?
Bir stradivarius inler kendi kendine,
Yayı, reçinesi, köprüsü yeşil.
Önce bendim diyor ve sonra benim...
Ölümsüz, güzel ve çetin.
Ezgisidir dolaşan bütün evreni,
Bilinen, bilinmeyen ıssızlıkları.
Canımı, tüylerimi sarmada şimdi
Kendi rüzgarıyla vurgun...
Sarıyor yeşil.

Rüya, bütün çektigimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram...
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
Çatladı yüreği çakmaktaşının,
Ağıyor gök kuşaklarının serinliğinde
Çağlardır boğulmuş bir su...
Ağıyor yeşil.

Yivlerinde yeşil güller fışkırmış,
Susmuş bütün namlular...
Susmuş dağ,
Susmuş deniz.
Dünya mışıl-mışıl,
Uykular derin,
Yılan su getirir yavru serçeye,
Kısır kadin, maviş bir kız doğurmuş,
Memeleri bereketli ve serin...
Sağıyor yeşil.

Aydım yarı gecede,
Neron, çocuk kitaplarında çirkin bir surat,
Ve Sezarsa, bir ad, yıkıntılarda.
Ama hançer taşı sanki
Koca Kartaca!
Hani, kibrit suyu vermişlerdi üstüne
Bak nasıl alıyor, yigit,
Binlerce yıl da sonra
Alıyor yesil.

Vurur dağın doruğundan
Atmacamın çalkara,
Yalın gölgesi.
Kuş vurmaz, tavşan almaz,
Ama aç, azgın
Köpek balıklarıydı parçaladığı
Bak, Tiber saygılı, suskun.
Bak nilüfer dizisi zinciri.
Bunlar bukağısı, kolbağlarıdır,
Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi,
Ve ilk gerillası Spartakus'un.
Susuyor yeşil.

Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?

Ruhum...
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşılarin en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namussuzu...
Ve Ahmedin işi ilk rast gidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği...
Ağlıyor yeşil.

Ahmed ARİF

KÖSTEBEK/NECİP HABLEMİTOĞLU/POZİTİF YAYINLARI

http://u.sonteklif.com/kitap-kostebeknecip-hablemitoglupozitif-yayinlari-125160

KİTABIN ADI:KÖSTEBEK
YAZARI:NECİP HABLEMİTOĞLU
SAYFA SAYISI:312
YAYINEVİ:POZİTİF YAYINLARI
BASIM TARİHİ:2008/1.BASKI
AÇIKLAMA:
Yıl 1925. Büyük Atatürk, genç Cumhuriyetin yurttaşlarına ve dış ülkeler şu tarihi mesajı veriyordu: "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz"...
Yıl 2002. Türkiye Cumhuriyet, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin sancılarını yaşıyor...Geçtiğimiz yüzyılın başında, İngiliz işbirlikçisi Derviş Vahdeti, Sait Molla, Dürrizade Abdullah, İskilipli Atıf gibi mürtecilerin tasfiyesi üzerini Cumhuriyet kurulmuştu. Bugün, küreselleştiği iddia olunan dünyada, gerçek anlamda küreselleşen Türkiye vatandaşı mürteciler, İngiltere'nin yanı sıra, ABD, Almanya, Libya, Suudi Arabistan gibi ülkelerden yönetilmeye, yönlendirilmeye devam ediyorlar.

9 Ağustos 2012 Perşembe

BİRİSİ



BİRİSİ

Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden
Dalıveriyoruz arada bir
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki

Gülüşerek başlıyoruz söze
Bir şey var aramızda
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek

Fakat ne kadar saklasak nafile
Bir şey var aramızda
Senin gözlerinde ışıldıyor
Benim dilimin ucunda
                                        Nahit Ulvi Akgün

8 Ağustos 2012 Çarşamba

DÜŞ ÜLKENİN KADINLARI/SEVDA AKDAĞ KURAN/SİYAH BEYAZ YAYINLARI

http://u.sonteklif.com/kitap-dus-ulkenin-kadinlarievda-akdag-kuransiyah-beyaz-yay-114699


Sevda Akdağ'ın yazma yeteneği ve düzgün dili önce Jiyan (Hayat) adlı dergide çıkan kısa öyküleriyle ilgimi çekmişti. şimdi "Düş Ülkenin Kadınları" adlı ilk romanı okurla buluşuyor. Bu roman 1970'li yıllarda Sevda'nın, Ankara'da Sağlık Koleji'nde okuduğu yıllarda yaşadığı ilginç olayları anlatıyor. Bu aynı zamanda sol hareketin hem yükseldiği, hem amip misali bölünüp birbiriyle kıyasıya çekiştiği, bunun yanı sıra yeni ve güzel bir gelecek için kendini adayan genç bir nesille düzeni korumak için örgütlenmiş ırkçı ve faşist bir kesimin devlet destekli saldırganlığının yarattığı ortamda ülkenin fokur fokur kaynadığı bir dönem. Bu ortam sağlık kolejindeki çocukluktan gençliğe geçme çağındaki kızları da anaforuna alıp sürüklüyor. Romanda bunun yanı sıra bu genç kızların yüz yüze oldukları baskıcı, çağdışı eğitim sistemi, bu yıllarda temeli atılan ve yıllarca sürecek dostlukları, birçoğu söz konusu ortamdan kaynaklanan aile dramları duygulu, sürükleyici bir dille anlatılıyor. Diğer bir deyişle, bu öykü 1970'li, 80'li yılların bir kesiti, bir dönemin tanıklığı.(Arka Kapak)

Kemal Burkay

7 Ağustos 2012 Salı

ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN/SAHİBİNİ ARAYAN MEKTUPLAR 20. MEKTUP



20.Mektup

Nerdesin? Günler var ki beni aramadın, yazmadın. Senden gelecek bir mektubu bekledim boşuna. Önceleri içim umutla dolu, postacının kapımı çalmasını bekledim. Satırlarınla aydınlanmasını bekledim bu karanlığın. Saatler saatleri, günler günleri kovaladı. Gitgide büyüdü verdiğin yalnızlık, yüreğim kahırla doldu. Ümit etmenin mutlu heyecanları, yerini tarifsiz bir hüzne bıraktı. Kocaman, kalabalık bir şehirde yapayalnız kaldım işte. Nerdesin?

Beni unuttun demiyeceğim. unutmadığını biliyorum.Ama düşün ki, benden uzaklaştığın her kilometre, sana olan sevgimi bir kat daha arttırdı. Senden başka bir şey düşünemez oldum. Geri döndüğün zaman , eminim şaşıracaksın. Böylesine mesafelerle büyüyen, zamanla derinleşen bir aşkın karşısında olmak kimbilir ne kadar değiştirecek seni.. Yüzünde pembelerin en güzeli, gözlerinde ışıkların en parlağı ile sevilmenin çok çok sevilmenin hazzını yudum yudum içeceksin. Sevilen bir kadının mutluluğunu seyredeceğim sende. Sevdiğim kadının ölümsüzlüğünü yaşayacağım.. Nerdesin?
Dün evinin önünden geçtim. Perdelerin kapalıydı, dolu doluydu gözleri pencerelerin. Kapın sanki bir daha hiç açılmayacak gibi kapanmıştı sokağın yüzüne. Kimbilir odalar, eşyalar ne haldeydi sensiz. Her dakika ayaklarının güzelliğiyle mest olan halılar ne yapıyordu şimdi? Ya kokuna ve sıcaklığına alışmış yatağın ne haldeydi? Baktım sen yoktun, duvarlar kararmıştı. Sokağından yaşayan bir ölü gibi geçtim ve bir hüzün anıtı halinde bıraktım evini. Nerdesin?

Meğer ne doldurulmaz bir derinlikmiş yokluğun. Kaderde bu sensizlik de varmış. Her insanın yüzünde sana benzeyen bir şey aramak da varmış. Sesini duymak varmış şarkılarda. bütün kitaplarda seni okumak varmış. Meğer ne dayanılmaz bir şeymiş yokluğun. Kağıtlara seni yazmak varmış, renk renk düşünmek varmış seni, çiçek çiçek koklamak varmış. Artık hiç yazmasan da olur hiç gelmesen de.. Meğer ne türlü bir ölümmüş yokluğun.

Bir daha nerdesin demiyeceğim. Bendesin artık. Dudaklarımın değdiği kadehlerdesin. Serin yağmurlar getiren bulutlardasın. Kah denizlerdesin, kah rüzgarlardasın. Uzaktasın ama yine bu şehirdesin.

Gittiğine inanmıyorum. Gel demiyeceğim.

Ümit Yaşar Oğuzcan


6 Ağustos 2012 Pazartesi

JEAN PAUL SARTRE - BULANTI


‎''İnsan yalnız yaşayınca bir şey anlatmanın bile ne olduğunu unutuyor: Dostlarla birlikte inanılabilir şeyler de ortadan kayboluyor. Olaylar da öyle. İnsan onlara da aldırmaz oluyor. Bir bakıyorsunuz konuşan insanlar çıkıyor ortaya, bir bakıyorsunuz çekip gidiyorlar. Başını sonunu duymadığınız hikayelere dalıyorsunuz. Duyduğunuzu anlatın deseler kötü tanıklık edersiniz.''

Jean Paul Sartre - Bulantı


ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN/SAHİBİNİ ARAYAN MEKTUPLAR 2. MEKTUP


HİROŞİMA SEVGİLİM


Kadın, Fransa'ya dönmeden bir gün önce bir Japon erkekle karşılaşır. Aralarında kısacık bir aşk yaşanır. Alain Resnais'nin yönettiği Hiroşima Sevgilim adlı filmin başında kadınla erkeği görmeyiz. Önce, Hiroşima'ya atılan atom bombasıyla başları, kalçaları kopmuş gövdelerin bir ölüm ya da aşk çırpınışı içinde oldukları seçilir. Bu parçalanmış, tanınmaz gövdelerden yavaş yavaş kadınla erkeğin gövdeleri bellirir: Çıplak; yumuşak. Hiroşima'dan söz etmektedirler. Bu başlangıç, hepimizin bildiği korkunç Hiroşima gerçeğinin gözümüzün önünden geçmesi, bu insanlık ayıbının bir otel odasında, hemde saygısızca anılması bile bile yapılmış bir sahnedir. İnsan her yerde konuşabilir Hiroşima'yı; bir otel yatağında, kaçamak bir sevişme sırasında bile. İki sevgilinin sevişen bedenleri bize acı gerçeği sanki unutturur. Çünkü asıl ayıp ve çirkin olan Hiroşima gerçeğidir. Marguerite Duras, bu kitabında, ancak delilikle, çığlıklarla yatıştırabilecek bir acıyı dile getiriyor. Nevers'de, sevdiği adamın ölüsünün yanında saçları kazınan, o olayın anısıyla yaşamaya mahkum edilen genç Fransız kadınının yaşadığı yıkım, Hiroşima'nın yıkımında tam karşılığı buluyor.